Ana SayfaTÜSİAD/Özilhan: 2007'den 2018'e dünyada gıda fiyatlarındaki artış sadece %10 olmuş, ülkemizde ise %200----

TÜSİAD/Özilhan: 2007'den 2018'e dünyada gıda fiyatlarındaki artış sadece %10 olmuş, ülkemizde ise %200

20 Şubat 2019 - 13:05 borsagundem.com

TÜSİAD?ın 49. Genel Kurul Toplantısı bugün Four Seasons Hotel
Bosphorus?da yapıldı.Genel Kurul toplantısının açılış konuşmaları
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay ÖZİLHAN ile
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol BİLECİK tarafından gerçekleştirildi.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay ÖZİLHAN konuşmasında,
"2007'den 2018'e dünyada gıda fiyatlarındaki artış sadece %10
olmuş. Ülkemizde ise %200" dedi.
Özilhan konuşmasında şunları söyledi:
"Dünya siyasetinde tırmanan gerilim ve belirsizlik, dünya
ekonomisinde kara bulutlar, Türkiye ekonomisinde işsizlik, enflasyon,
iflaslar, üretimdeki daralmayla mücadele, güneydoğu sınırımızda devam
eden tehditler ve bu ortamda yaklaşan yerel seçimler?
Genellikle konuşmalarıma dünyadan ve uzun vadeli eğilimlerden
başlayıp bize ait güncel sorunlara eğilirim.
Ama bu kez sırayı değiştirip, güncel gündemle başlamak istiyorum.
Son yıllarda yapılan tüm seçimlerde olduğu gibi bir kez daha önemi
aşırı vurgulanan bir seçim dönemine girdik.
Yerel yöneticilerimizi seçeceğimiz bu seçimlerin ülkemiz için bir
beka sorunu olduğu görüşüne rağmen, heyecan dozu oldukça düşük bir
seçim süreci yaşıyoruz.
Bu gözlem, seçimlere katılım oranının bu kez oldukça düşeceği
öngörüleri ile de örtüşüyor.
Yaklaşık 10 yıldan beri sürekli olarak siyasi hayatımızda yüksek
adrenalin ile yaşıyoruz.
Heyecan ve korku durumunda salgılanan adrenalin bünyeyi acil
harekete hazırlar.
Kısa bir süre için insanın gücünü artırır ve acıyı hissetmemesini
sağlar.
Ancak adrenalin insanı beslemez, iyileştirmez, tersine uzun süre
maruz kalındığında yıpratır, sorunlara yol açar.
Toplum olarak sürekli yüksek adrenalinden yorgun düştük artık
kavga etmek yerine, sakinliğe, huzura, geleceğimizden, umutlarımızdan,
hayallerimizden konuşmaya ihtiyacımız var.
Seçmen iradesinin bir kez daha tecelli edeceği ve bazı
belediyelerimizin uzun süreden sonra seçilmiş yöneticilerine
kavuşacağı seçimlerin birinci maddesi yerel kalkınma olmalı.
Nüfus ve milli gelir olarak dünyanın en büyük 20 ülkesi arasındaki
ülkemizin ekonomik coğrafya itibariyle gösterdiği farklılıklar, yerel
yönetim konusunu en ciddi yönetişim başlıklarından birisi haline
getiriyor.
Farklı partilerden adaylar, belediyeleri için tasarladıkları
projeleri açıklamaya hazırlanıyorlar.
Belediye seçimleri aslında yerel yönetim konusudur demokrasinin
yerelde kök salması demektir.
Fakat gösterişli projeleri tartışmaktan bu önemli konuyu
tartışmaya pek fırsat kalmıyor.
Ekonomideki sorunların halkın gözündeki ağırlığının giderek
arttığı bir ortamda yerel yöneticilerden beklentimiz yerel kalkınma
vizyonlarını seçmenle paylaşmaları, yerelde refah artışını nasıl
sağlayacaklarını, vatandaşın yaşam standardını bir seferlik
desteklerle değil kalıcı olarak nasıl arttıracaklarını ortaya
koymaları.
Yerel seçimlerde pek tartışma fırsatı bulamadığımız konulardan
birisi de bölgeler arasındaki ekonomik ve toplumsal gelişmişlik
farklılıkları.
Bölgelerarası gelir eşitsizliğindeki iyileşmelere rağmen zengin
bölgelerde ortalama gelir yoksul bölgelerin üç katı.
Ağırlaşan makroekonomik sorunlar arasında fırsat bulup
konuşamıyoruz ama, yerel kalkınma çok ciddi bir meselemiz.
Bölgesel kalkınma farklılıklarını gidermek için yerel aktörlerin
dahil edileceği katılımcı bir yönetişim sistemine duyduğumuz ihtiyaç
her geçen gün daha da ortaya çıkıyor.
780 bin kilometrekarelik topraklarımızı sadece Ankara'dan bakarak
yönetmek mümkün değil.
Merkezi karar alma ve uygulamanın eskisine oranla çok kuvvetli bir
hale geldiği yeni Cumhurbaşkanlığı modelinde, sistemin düzgün
çalışması, merkezde keskin bir güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü
ilkesine bağlı olduğu kadar, yerelliğin dikkate alınmasına bağlı.
Yerel kalkınmada geçmişte yapılmış olan hataların sonuçlarını
bugün gıda enflasyonundan işsizliğe, çevre kirliliğinden kentleşmeye,
birçok alanda görüyoruz.
Uzunca bir süredir gündemde olan gıda enflasyonu bu seçimlerde de
en öne çıkan konulardan birisi oldu.
Bazı gıda ürünlerinin fiyatlarında meydana gelen çok yüksek
artışlarda, iklim koşullarının bir etkisi olduğunu kabul etsek dahi,
gıda fiyatlarının 10 yıldan beri enflasyonun üzerinde seyrediyor
olması, meselenin hava koşullarından ibaret olmadığını ortaya koyuyor.
2007'den 2018'e dünyada gıda fiyatlarındaki artış sadece %10
olmuş. Ülkemizde ise %200.
Gıda fiyatları uzunca bir süredir tüketici fiyatlarından çok daha
hızlı artıyor.
Bu durum meselenin yıllar içinde iyice ağırlaşmış olan yapısal
boyutuna işaret ediyor.
Kaldı ki olumsuz hava koşullarını da bu seneye özgü arızi
meseleler olarak görmek büyük bir hata olur.
İklim değişikliği Türkiye'yi de etkilemeye başlayan çok ciddi bir
konu.
Maalesef bu konu da Türkiye gündeminde hak ettiği önemi bulamıyor.
Küresel iklim değişikliğinin sonuçlarını öngörüp tedbir
almadığımız sürece başta tarım ve gıda olmak üzere birçok alanda
kritik sorunlarla karşı karşıya olacağız.
Esasen sektör bir süredir önemli problemler yaşıyor. Son
haftalarda gıda fiyatlarındaki aşırı yükselişe karşı, hızla bazı
önlemler alınıyor.
Fakat, sorunun yapısal boyutunu çözmeye dönük bir irade
görmüyoruz.
Hal yasası, tanzim satış mağazaları, operasyonlar, denetimler gibi
gıda fiyatlarına dönük önlemler, fiyatları belli bir süre için aşağı
çekmeye muvaffak olacaktır.
Ancak, tarım üretimindeki sorunlar devam ettiği sürece, fiyatlar
yeniden artış eğilimine girecektir.
Çünkü, gıda fiyatlarındaki artışın esas nedeni, tarımın içine
düşmüş olduğu durumdur.
Tarıma verilen teşviklerin eriyip gittiği, araziye verilen
teşviklerin etkin kullanılamadığı, tarımsal girdilerin fiyatlarının
hızla tırmandığı bir yapının kaçınılmaz sonucu tarımsal üretimin
azalması ve çalışabilir yaştaki nüfusun neredeyse tamamının köyleri
terk etmesidir.
Kırlarda yaşayanların oranı son 10 yılda %34'ten %16'ya düşerken,
kentlerde ve metropollerde yaşayanların oranı %66'dan %84'e
yükselmiştir.
Çiftçilerin oranı ise %10'dan eriyip %3'e düşmüştür.
Nitekim, üretim istatistiklerine baktığımızda, 2018 yılında, bir
önceki yıla göre, tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde %5.8,
sebzelerde ise %2.6 üretim azalması dikkati çekiyor.
Üretimin azaldığı, çiftçiliğin yok olduğu, buna karşılık tüketimin
hızla arttığı bir durumda, fiyat kontrolleri ile bir yere varılamaz.
Türkiye, gıda fiyatlarındaki tırmanışın önüne geçmek ve nüfusunu
besleyebilmek için son yıllarda artan oranlarda ithalat yapmak zorunda
kaldı.
İthalata bağımlı hale gelmemek için tarımsal üretimi artırmak
zorundayız.
80 milyonluk bir ülke olarak, Türkiye'nin gıda güvenliği ve
güvenilirliğinden taviz vermesini kabul edemeyiz.
Tarımı ihmal eden ülkeler geleceklerini tehlikeye atar.
Biz ihmal etmeyelim.
Tarıma, sanayileşme kadar önem vermek, yatırım yapmak
durumundayız.
Bunun için son dönemde çok tartışılan gıda ürünlerindeki fiyat
artışlarının verdiği sinyali doğru okuyalım.
Mutfaktaki yangını söndürmek için hızla bir takım adımlar atarken,
eş anlı olarak da uzun vadeli bir bakış açısıyla tarımın sorunlarına
eğilelim.
Günümüzde ölçek ekonomisinin geçerli olmadığı hiç bir üretim
faaliyeti yok.
Ancak, arazilerin parçalı yapısı, Türkiye tarımının en önemli
sorunu.
Bu durum, tarımda verimliliğin önünde çok ciddi bir engel.
Arazisi olanın da sermayesi yok.
Demek ki, küçük tarım arazileri ve küçük çiftçilikle, ölçek
ekonomisinden nasıl yararlanacağımızın yollarını arayıp bulmalıyız.
Aksi halde, verimsizliğin ve pahalılığın önüne geçemeyiz.
Türkiye koşullarında bunun yolu, çiftçilerin havza ve ürün bazında
kooperatifler biçiminde örgütlenmesinden geçiyor.
Kooperatifler sayesinde küçük üreticiler, traktör, sulama, gübre,
pazarlama, satış, eğitim gibi birçok alanda güçlerini birleştirirse,
tarım ve hayvancılığımız bugünden çok farklı bir noktaya gelir.
Fransa, İsviçre, ABD gibi ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de
kooperatifçiliği geliştirmeliyiz.
Hali hazırda çok iyi çalışan birkaç kooperatifimiz var.
Bu modeli geliştirmemiz ve tüm ülkeye yaymamız gerekiyor.
Bu sayede hem çiftçimizin yüzü güler, hem köylerin terkedilmesinin
ve çarpık kentleşmenin önüne geçilir, hem de gıda enflasyonu sorunu
ortadan kalkar.
Türkiye'nin gıda, içecek, tarım ve hayvancılık sektörlerinde
verimlilik ve katma değeri artırmak için yapması gerekenlerin başında
kurumlar arası koordinasyonun sağlanması geliyor.
Ayrıca, piyasa yapısını düzenlemek ve örgütlenmeyi geliştirmek,
tarım ve hayvancılığa destek ve teşvikleri geliştirmek ve etkili
dağıtımını sağlamak, meyve ve sebze tedarik zincirindeki %30-40'lara
varan kayıp ve atıkların önüne geçmek, iklim değişikliği ile mücadele
etmek ve su kaynaklarını etkin kullanmak, dijital, akılcı ve iyi tarım
uygulamalarını yaygınlaştırmak da diğer önemli başlıklar.
Bunları yapabilirsek, şimdiye kadar hep bir dezavantaj olarak
karşımıza çıkan küçük üretim, son yılların tüketim eğilimleri
açısından bir avantaja dönüşebilir.
Birçok tarım maddesinde niş üretimde ciddi fırsat avantajları
yakalamak mümkün olur.
Bunu Fransa, Hollanda, Amerika gibi ülkeler yapabiliyorsa, pek
tabi ki biz de yapabiliriz.
Fakat bugün sorun yaşadığımız tüm alanlarda olduğu gibi, tarımda
da en önemli konu yönetişim.
Tarım ve hayvancılık, yatayda ve dikeyde çok alanla etkileşim
içinde.
Mazottan gübreye, tarımsal ilaçlardan lojistiğe, üretimden hallere
ve perakende satış mağazalarına kadar birçok alan söz konusu.
Bir ürünün teşvik edilmesi, alternatiflerin üretilmemesi demek.
Bu nedenle, tarım politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasına
bütüncül bakmak, her bir katmanı dikkate almak, hem yereli hem ulusal
ölçeği aynı anda gözetmek çok önemli.
Cumhurbaşkanlığı bünyesinde sağlık ve gıda politikaları kurulu
oluşturulmuş olsa da çiftçiden başlayıp tarımla ilgili tüm süreçlerin
politika koordinasyonu önemini koruyor.
İş dünyasının da içinde yer aldığı bir kurumsal istişare ve
koordinasyon mekanizmasının etkin çalışması, bugünün yakıcı
sorunlarına uzun vadeli bir bakış açısıyla çözüm üretmesi gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığı modeline geçildikten sonra oluşan yönetim
yapısını göz önüne aldığımızda, kurumsal yapının, sadece tarım
alanında değil, tüm alanlarda güçlendirilmesi gerektiğini görüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kalkınmacı devlet modelini
başarıyla uygulayan Japonya ve Kore gibi ülkelerde, özerk çalışan,
özel sektörle de etkili bağlar kurabilen, liyakat esasına oluşturulmuş
çok yetkin bir bürokrasinin varlığı dikkati çeker.
Ancak, bu yapıların katılaşıp çıkar gruplarına teslim olmaması
için hedefleri gerçekleştirdikçe değişmeleri, yerlerini başka yapılara
bırakmaları gerekir.
İrlandalı devlet adamı Edmund Burke'un daha 1790 yılında uyardığı
gibi "değişim kabiliyeti olmayan bir devletin kendisini muhafaza etme
imkanı olmaz".
Bu söz aradan geçen yüzyıllarda defalarca doğrulandı.
Sivil toplumla etkili bağlar kurabilen, liyakata dayalı, özerk,
yetkin bir kurumsal yapıdan uzaklaşan hükümetler, asli fonksiyonlarını
yerine getiremez olurlar.
Kısa vadeli hesaplar ağır bastığında uzun vadeli hedefler
ıskalanır.
Oysa dünya konjonktürüne baktığımızda, uzun vadeyi ıskalama
lüksümüzün hiç olmadığı bir dönemden geçiyoruz.
2008 krizinden bu yana düşük seyreden ekonomik büyüme, yaygın
işsizlik ve refahın gerilemesi sonucunda dünyada popülizm güç
kazanıyor.
Milliyetçi retoriği kullanan, korumacılığı ve içe kapanmayı
savunan siyasi partiler birçok ülkede prim yapıyor.
İngiltere örneğinde gördüğümüz gibi, siyasi ve sosyal iklimdeki
değişime etkili bir cevap üretme kapasitesinin olmaması, belirsizlik
ve istikrarsızlığı artırıyor.
Küresel güç dengesi, hızla batıdan doğuya doğru kayıyor.
Çin'in her alandaki hızlı yükselişi, ABD'nin dünya liderliğini
sarsıyor.
Harvard Belfer Center tarafından yapılan bir çalışmaya göre, dünya
tarihinde yeni yükselmekte olan gücün, statüko için tehdit oluşturduğu
16 mücadelenin 12'sinin savaşla sonuçlandığını biliyoruz.
Geçen haftalarda ABD'nin Orta Menzilli Füzeler Antlaşması'ndan
çekilme kararı bu endişeleri güçlendiriyor.
Öte yandan, dünya geçmiş tecrübelerden ders çıkardı.
İnsanlığın bu sefer böyle bir sonuca izin vermeyeceğini
düşünüyorum.
Yine de, zaten hissetmekte olduğumuz küresel çaptaki huzursuzluğun
artarak devam etmesine karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor.
Maalesef, bu tırmanan gerilim karşısında güvenebileceğimiz
herhangi bir küresel kurum yok.
Cumhurbaşkanımızın haklı biçimde dikkat çekmiş olduğu gibi, dünya
çapındaki çatışmalar ve anlaşmalar konusunda Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi pek bir anlam taşımıyor.
Küresel çalkantılara karşı dayanıklılığın olmazsa olmaz iki öğesi
var: Birincisi kendi içimizde birlik ve beraberliğimizi korumak
ikincisi de bugünkü bazı kazanımlar uğruna geleceği ıskalamamak.
Unutmayalım ki, vatandaşların hükümetlerine, kurumlarına ve en
önemlisi birbirlerine güvendikleri toplumlar ayakta kalırlar.
Bu güveni sağlamak da her şeyden önce hükümetlerin görevidir.
Küresel güç dengesindeki bozulmanın etkisinin en çok hissedildiği
yerlerin başında bizim coğrafyamız geliyor.
Dış ilişkilerde kim dost, kim düşman birbirine karışıyor.
Yakın zaman kadar düşman olduklarımız dost oluyor, dost
bildiklerimiz ise düşman.
Rusya ve ABD ile ilişkilerimizde görülen gel-gitlere karşılık,
diğerlerine göre daha az bölgesel çıkar peşinde olan Avrupa Birliği
ile ilişkilerimizin daha istikrarlı ve dengeli olduğunu görüyoruz.
Avrupa Birliğinin 28 ülkenin konsensusunu içeren karar alma
süreci, aşırı uçların törpülenmesine imkan sağlıyor.
Demokrasi, özgürlük, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine
dayanan Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi geliştirmek,
eksikliklerimizi tamamlamak bizim avantajımıza.
Buna karşılık Avrupa Birliğinin de Türkiye'nin hassasiyetlerine
daha duyarlı davranmasını beklemek hakkımız.
Türkiye'nin istikrarı AB için, AB'nin desteği de Türkiye için
önemli.
Ekonomik olarak zor duruma düştüğümüzde Avrupa Birliğinden
aldığımız destek mesajları, ilişkilerin karşılıklı doğasının bir
göstergesi.
Bu istikrarsızlıklar ve belirsizliklerle dolu küresel ortamda
yapmamız gereken kendi bünyemizi kuvvetlendirmek.
Ekonomik, toplumsal, siyasi ve askeri olarak güçlü olmak için
kendi kaynaklarımıza daha fazla önem vermemiz gerekiyor.
Küresel planda yaygınlaşan popülist ve korumacı eğilimler
karşısında, ekonomimizi ara malı, sermaye malı ve finansmanda dışa
bağımlılıktan kurtarmak, en önemli önceliğimiz olmalı.
Ekonomide geçen Ağustos ayında zirve yapmış olan yangının ateşi
düştü.
Kurlar, faiz oranları ve enflasyon, zirve noktalarından aşağı
indiler.
Dış ticaret açığı ve cari açık daralıyor.
Ne kadar devam edeceğini bilmesek de, bunlar olumlu gelişmeler.
Buna karşılık üretim daralıyor, satışlar düşüyor, yeni istihdam
yaratılamıyor ve işsizlik artıyor.
Genel tablonun özeti: kısmi iyileşmeye rağmen ekonomide
kırılganlıkları yaratan nedenler devam ediyor.
Sadece ârazları hafifletmeyle yetinip, bunlara yol açan nedenler
tedavi edilmezse, bugün değilse yarın, aynı hastalıkların nüksetmesi
kaçınılmaz olur.
Maliye ve ekonomi kadroları, bozulan dengeleri yeniden eski
yerlerine oturtmak için var güçleriyle çalışıyor hükümetimiz ekonomik
zorluklarla mücadele için paket üzerine paket açıklıyor.
Kamu bankaları kaynaklı ucuz krediler, KOBİ'lere sağlanan KGF
destekleri, başka bankalardan alınan kredi kartlarının, bireysel kredi
borçlarının ve ihtiyaç kredilerinin yapılandırılması, hal baskınları,
fiyat denetimleri, tanzim satış mağazalarının yeniden açılması, sayısı
giderek artan sektörde KDV indirimleri, futbol kulüplerinin
borçlarının yapılandırılması?
Bu önlemlerin ortak özelliği kısa sürede sonuç alma hedefi
taşımaları.
Oysa yapısal sorunlar, palyatif önlemlerle çözülmez.
Daha önce de çözülmedi, başka ülkelerde de çözülmedi, şimdi de
çözülmez.
Çünkü bu bir matematik hesap meselesidir.
Durum, Çinlilerin "susuzluğu gidermek için zehir içilmez"
atasözünü akla getiriyor.
Kredi yeniden yapılandırmaları ve buna karşılık devam eden ve
sektörden sektöre yayılan konkordatolar ve iflaslar, ciddi bir
finansman sorununun tezahürleri.
Yapısal önlemler alınmadan yapılan uygulamalar, bir sonraki
dönemde sorunun daha da ağırlaşarak geri dönmesine yol açar.
Reel sektörün finansman sorunu çözülmezse, sorun bankacılık ve
kamu sektörüne sıçrar.
Derin finansal krizler böyle gelişir.
Bu nedenle, bugün uygulanan önlemlerin mutlaka uzun vadede üretimi
ve tasarrufları artıracak, dış ticaret açığını azaltacak, mali
disiplini pekiştirecek bir programla desteklenmesi gerekiyor.
Bu programın, küresel düzlemde popülist hükümetlerin piyasa
ekonomisiyle uyuşmayan uygulamalarına prim vermeden, liberal ekonomi
ilkeleri doğrultusunda uygulanması gerektiğini de unutmamak lazım.
Son birkaç yüzyılın tarihi, demokratikleşmenin, küresel sahnede,
dalgalar ve geri çekilmelerle ilerlediğini gösteriyor.
Demokratikleşme dalgaları da, ters yönde gelişmeler de, ülkeler
arasında bulaşıcı oluyor.
2008 krizinden bu yana, dünyada bir içine kapanma ve otoriterleşme
rüzgârının estiği açık.
Ancak bu rüzgârın kalıcı olması söz konusu olamaz.
Dünya tarihi, insanların ve milletlerin kaderlerine sahip
çıktığını, toplumların demokratikleşme eğiliminde olduğunu söyler.
Bu eğilimler hesaba katılırsa, bugünkü korumacı ve popülist
dalganın önümüzdeki yıllarda yerini yeni bir demokratikleşme dalgasına
bırakacağını söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, bugüne baktığımızda, yapmamız gereken, bu geçici
rüzgarlara kapılmadan politikalarımızı demokratikleşme ve piyasa
ekonomisi kuralları içinde, uzun vadeli sürdürülebilir hedefler
doğrultusunda belirlemek.
Sözlerime son vermeden önce, geçtiğimiz dönemde büyük bir titizlik
ve özveri ile çalışmış olan yönetim kurulu başkanımız Erol Bilecek'e
ve tüm yönetim kurulu üyelerimize sizlerin huzurunda bir kez de
buradan teşekkür ediyorum ve yeni seçilecek Başkan ve Yönetim
Kurulu'na da şimdiden başarı dileklerimi sunuyorum.
Konuşmamın ana eksenini oluşturan uzun vadeli düşünmek ve kurumsal
yapıları güçlendirmek ihtiyacının toplumda daha geniş yankı bulması
temennisi ile hepinizi saygıyla selamlıyor, dikkatiniz için teşekkür
ediyorum."

Foreks Haber Merkezi ( [email protected] )
http://www.foreks.com
http://twitter.com/ForeksTurkey